Wednesday, November 03, 2010

Naber?

eyi meyi neyse.

biliyorum uzun süredir yazmıyorum bloga, evet yazası gelmez insanın onca şey başına gelmiştir olmaz yazmaz yazamaz kelimelere dökülmez bilmemne...

blog yazan adamın twitter ı bulması, onu kullanması tembelliktir. bunu da denemiş olduk.

şayet aranızda twitter kullanan varsa buradan buyrun. (linki beceremediysem Lakkabsab yazın)

böylece kendimizi de fişlemiş olduk.

fotoğraf makinesi elime bi geçsin, yeni bi blog konseptiyle gelicem buralara.

Yazmaz mıyım? yazarım illa ki, ama bu aralar değil sanki... ya da yazarım ne bileyim lan ben.

Tuesday, July 20, 2010

kafası çalışana sözüm

bi dünya şey oldu da, anlatırım bi ara. o da canım isterse.

olm o değil de, alkol almak yerine üzüm yiyin ne demek lan? aklımda direk ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler lafı oluştu...

o suratsız rte nin pişkin resmini koymak gerekir buraya, hani görsel olsun diye de. arkadaş dionysos bile bin pişman artık!

göreve geldiği 8 yıl boyunca nikah şahitliğinden başka hiçbir icraatini göremediğimiz rte nin sokakta öyle bir koyun kitlesi var ki... bilmiyorum dikkat ettiniz mi de, seviye ilkokul seviyesi.

eh tabi böyle bir durumdan itibaren insan da kendine soruyor, senin burada ne işin var amk? diye.

Wednesday, May 26, 2010

bloglayasım geldi

çiçeklerin üremesi için arılar, börtü böcekler çiçeklerin üstünde gezinip bütün ayaklarıyla polenleri taşırlar ya hep, bugün araba kullanırken bu sistem aklıma geldi, ondan da bi masal konusu çıktı ortaya:

doğada böceklerin görevi gibi, insanlar arabalarını kullanıyorlar. dur, böyle başlamayalım:

kediler ve köpekler kokularını bırakmak, kim olduklarını tanıtmak için buldukları her köşebaşına işerler ya, onlar arabalarımıza işedikçe bizler de arabaları türlü yerlere park ederiz. Otoparklar dışında, sokaklardan bahsediyoruz tabi. A semtinde oturan bir adam, sabah arabasına atlar. Bilinçsiz bir biçimde arabasını B semtine sürer. Bilinçsizce arabasını sürerken, arabanın etrafındaki bir kedinin arabaya işemesi sonucu kokusunu A şehrinden B şehrine götürür. B şehrindeki karşı cins bir kedi ise bu kokuyu alır, aralarında bir aşk meşk.

Konulu, 91 dk.

Tuesday, March 30, 2010

o değil de, bir kadir tapucu vardı. noldu ona?

Saturday, March 20, 2010

Bismillahirrahmaninov.

Thursday, March 18, 2010

RTE ninjaed my virginity. Dont join his grp.

Wednesday, March 10, 2010

Komünist rejimde yalnızca tek pornocu olur.

Sunday, March 07, 2010

ben tam şu an ne istiyorum biliyor musun,
melissa auf der maur gelsin, yanıma uzansın, bana afraid i söylesin... söylerken başımı okşasın... gözlerim kapanana kadar yanımda kalsın en azından.

şarkıya buradan ulaşabilirsiniz

kendisi ise

Friday, February 26, 2010

Morality Poster

Bu da benim ilk morality posteri işim oluyor. Evet, global kültürün köpeğiyim.


Tuesday, February 16, 2010

Farkındalığın

Farkındalığın açık mıdır senin? Belirli bir sorunu gördüğünde, ona neden olan şeyi de görebilir misin? Neyin ne sebeple, sende ne etkisi olduğunu anlayabiliyor musun mesela? Özünde aşırı güzel bir özelliktir farkındalık, daha gerçek yaşamanı sağlar öncelikle. Mutluysan, bir daha mutlu olursun. Mutsuzsan da geçeceğini bilirsin. Farkındalığı ve dikkati tamamiyle açık bir dikkat eksikliği çeken birisi olarak yazıyorum bunu.
Bilirsin, canını sıkan birşey yoktur aslında. Olay zamanın geçmesiyle, sıkıntıdan iyileştirmeye dönüşmesiyle gelişecektir. Ama işte bir hayatı yaşama arzusu vardır içinde, kontrol altına almaya çalışırsın birşeyleri veya cevabını bilmene rağmen dert etmeme isteği... Vardır, sen bilinci açık bir insansın. Ondan birşeyleri okuyorsun, geziyorsun, araştırıyorsun. Hayatı yaşıyorsun aslında.
Ama bir yerlerde birşeyler oluyor, olmaya başlıyor, devam ediyor ve bitiyor. Hayatında da, günlük hayatında hatta. Görebildiğin kadarını görüyorsun, göremediklerini de araştırıyorsun. Sen olmasan bile, ben araştırıyorum. Ulaşabileceğim bütün bilgilere ulaşmaya çalışıyorum. Bunu bir görev ya da sorumluluk gibi yapmıyorum, aksine istediğim için... İsteklerime göre yaşıyorum, bazı zorunluluklarım bile istediklerim için. Planlarım, gerçekleşmesini istediğim hayallerim için.
Diyorum ya, biliyorsun ne canını sıkıyor. Bal gibi biliyorsun hem de. Hatta azıcık eşelesen bu durumdan nasıl çıkılacak onu bile bulursun, elinin altında çünkü herşey. Farkındalık bunu getiriyor sana. Gerçeği güzel kılıyor farkındalık, acı veriyor olsa bile birçoğu için. Evet bu kadar harika birşey elinin altındayken, sen peki ne oluyor da sorun sahibi oluyorsun? Sorunun belli, çözümün belli, ama halinden anlayan yok... Kendinsin bu duruma sokan da, bu durumdan çıkaracak da. Başka birşeylerle uğraş der elalem; evet sorununu unutturur bu sana. Fakat geri hatırlamanı sağlayan bir farkındalığın var. Farkındalığının gelişmesi de senin elinde, deneyimlerinde. Basit düşünce, cehalet mutluluktur. Ama kız vermiyorlar artık cahile. Farkında olmadan bunu nasıl bilebilirsin ki zaten?
İlk adım.
Bütün hayatın boyunca sana en zor gelecek şey. Başka hiçbir şey o ilk adım kadar zor gelmez. Gelemez zaten (ulan istisnalar kaideyi bozmaz da yazdırdınız ya...). Hatırlasana, ilkokul defterlerinde bir sayfa yazı yazmak ne kadar zor geliyordu. Kendimden bahsedeyim, aynı zorluk derecesi var halen, sadece yaptıklarım artık daha komplike. Öğrendik işte birşeyler kullanmayı etmeyi, hayatının bu kadar zamanını resmi olarak öğrenci adıyla geçirdikten sonra, sana başka bir bok düşmüyor zaten; sadece öğren. Ha, bunu ne kadar kullanabiliyorsun ediyorsun, bu memleket sorunu. Konu o değil.
Konu farkındalığın. Konu sorunun, konu sorununun çözümünün de peşisıra gelmesi. Konu ilk adım, konu ilk adımın da zor gelmesi. Hayat kalın (sıfat). Uyanmışlar derler farkındalığı açık olanlara. Uyandım, çünkü uyku tutmuyor bu aralar. Uyuma taklidi yapmak yerine de uyanmayı seçtim. Seçimlerim beni buralara kadar getirdi, bir tanesinden bile pişman olmamak için uğraşıyorum. Bilincim açık, önümdekileri görüyorum. Ama sorun içerde, sorunun olmasında değil. Sorun kişide. Şahsımda. Bakalım bunu da öğrenmeye gideceğim yakın bir zamanda...
Ulan beni bi psikoloğum anladı, ona da para veriyorum amk.

Tuesday, February 09, 2010

Ya uzun oldu da salla be hacı...

Gün değişiyor, güneş değişiyor, aynı derede iki kere yıkanılmıyor, sular akıyor, günler uzuyor, geceler kısalıyor, zaman geçiyor... Hayatlarımız da değişiyor. Bir sabah kalkıyorsun, ve gerçekten öyle değişimlerle karşılaşıyorsun ki, en azından on dakika yatağında oturup düşünüyorsun. Bu değişim öyle bir hale sokuyor ki insanı, "Anaaaaaammm!!!" diye olduğun yere çömeltip sana bir kere daha vuruyor. Bütün bu değişimler yaşanırken, sen de değişiyorsun. Her geçen gün. Ve hayat artık o kadar hızlı akıp gidiyor ki, daha kendini bilemeden değişmeye devam ediyorsun. Kabuk değiştiriyorsun, deri değiştiriyorsun, yaşadığın yeri değiştiriyorsun veya yaşadığın yer değişiyor. Erozyonlar oluyor, buzdağları denize düşüyor, yağmur, çamur...
Hayatın kendisi değişirken, sen değişimleri izliyorsun. Yapman gereken kendini bilmek, ama sen yine de değişimlere kanıp değişimleri izliyorsun. Çünkü değişimleri oturup izlemekten daha zevklisi yok. Naklen yayın olarak alıyorsun artık değişimleri. Dakikası dakikasına dünyanın en alakasız yerinde bile ne olup bitiyor öğrenebiliyorsun. Ve kendini keşfetmek yerine değişen dünyayı izliyorsun. Dünyanın neredeyse tamamının yaptığı gibi...
Aslolanı unutuyorsun bu arada, kendini keşfetmeyi. Değişim seni kendine zıt yola sürüklüyor. Kendine gidip gerçekten nelerin değişip nelerin kaldığını görmek yerine işte sen değişimi izleyerek kendinden uzaklaşıyorsun. Hayatın için alınması gereken kararlar da karşına çıktığında "Vay anaaaaam!" diye çöküp duruyorsun. Çünkü daha kendini bile tanımıyorsun.
Doğada aslolan hayatta kalmaktır, en güçlü olmak değil. Ama en güçlü olmak sana öyle bir empoze ediliyor ki; kendisini bilmeyen, kendisini tanımayan insanlar sana bunu kainatın en önemli olayıymış gibi gösteriyor. Aslına bakarsan empoze ediyor. Dünyada en güçlü olmak yerine, olabilecek tüm şartlara uyum sağlayabileceğini göremediğin sürece en güçlü olmuşsun ne fayda?
Tanıyor musun ki kendini? Biliyor musun mesela, insan 17 derecenin altındaki sıcaklıkta yaşayamıyor; bunun için kendine kıyafetler yaratıyor... Biliyor musun doğadaki en kötü çene yapısı sende, en beter vücut fonksiyonları çalışması sende... Daha kendini tanımadan, dünyanın en güçlüsü olmaya çalışıyorsun. Dünya değiştikçe sen şaşırıp kalıyorsun, ama aslolanın ve varolanın kendin olduğunu göremeden şaşırıyorsun.
Hayat değişiyor, dünya değişiyor, sen de değişiyorsun. Kendini görmek yerine değişimi izlemeyi istiyorsun. Çünkü o daha rahat. Kendinle yüzleşip ne kadar aciz olduğunu hissetmek yerine, değişen dünyanın şaşalı hali seni daha fazla çekiyor. Dedim ya, dünyanın neredeyse tamamı böyle... Gocunma lütfen.
Kendini tanımıyorsun, hatta öyle bir dünyadasın ki, kendini tanıyama diye herkes var gücüyle çalışıyor. Bir hayat yaşamaya çalışıyorsun, bir hayat kurmaya çalışıyorsun, hayaller kuruyorsun. Gerçekte, seni kendi benliğine ulaştıracak şey kurduğun hayaller; ama hayallerin yıkıldıkça ne hayal kurmak istiyorsun bir daha ne de kendinle yüzleşmek... Ama bir beynin var, ve düşünmeden duramıyor. Freud'a göre, Platon'a göre, Nietzche'ye göre, kime neye göreyse göre. Baz aldığın düşünce tiplerinin 9/10'u bu adamlar tarafından zamanında yapılmış edilmiş. Bilinen gerçek işte. Herneyse.
Hayaller kuruyorsun, hayallerinin gerçekleşmesi için çabalıyorsun. Ama hayat sana bunları sağladıkça sen yine de sırtını kendine dönüp değişimin etkisine kapılıyorsun. Halbuki gerçek olan sensin, başına gelen şeyler. Ve bunları görmek yerine korkarak kendinden uzaklaşıyorsun.
Bir hayal kuruyorsun, geleceğin için güzel bir hayal. Birisini istiyorsun bu hayalde, komün hayatı yaşamayı seven tüm insanlar gibi. Ona yer veriyorsun hayalinde. Ve biliyor musun ne oluyor? Çıkıyor karşına o hayalindeki kişi. Olmayan sevgili diye kurmaya başlayıp insanlarla tanıştıkça birisinin aslında bu kriterlerine uygun olduğunu görüyorsun. Sonra bir bakıyorsun ki, evet o da boş değil. Kaybetmek istemediğin bir ilişkiye başlıyorsun. Ve zaman geçiyor. Ve hayat değişiyor. Durumlar, pozisyonlar, şekiller, ışıklar... her birşey değişiyor. Sen daha kendin olamamışken karşındakini birşey olarak görmek istiyorsun. Ama o bunun farkında bile değil. E tabi beklentilerin yükseliyor ona karşı, istiyorsun kafa dengi olsun seninle, seninle rahatsız olduğu şeylerin aynısına rahatsız olmasını istiyorsun... Olmadı mı, ne yapıyorsun peki? Değişimi izliyorsun, değişebilen insanları görüyorsun, değişim esnasındaki insanlardan etkileniyorsun ve hayallerini süsleyen insanın da değişmesini istiyorsun. Yahu sen daha ne istediğini biliyor musun?
Evet bütün bu bahsettiğim şeyler günlük hayatın kendisinin getirileri. İnsanlar varoldukları sürece bencilce yaşıyorlar. Bunu bilerek söylüyorum, bilen tanıyan varsa zaten bunu benim söylüyor olduğuma şaşırır. Hümanizmin ilk kuralı, bencil olmaktır. İnsan hayatı boyunca birşeyleri arzuluyor. Bu bir obje oluyor, ayakkabı mesela, bu bir durum oluyor, iş pozisyonu, bu bir ev oluyor, ortam oluyor vesaire. Değişim esnasında bütün bunları görebildiğin için, gördüğün her şeyi arzuluyorsun. Onu istiyorsun, o durumu istiyorsun, o ortamı istiyorsun. Ve o arzulara ulaşmak için canla başla uğraşıyorsun. Arzular seni hayatına bağlıyor çünkü. Hayallerin bu arzulara göre şekilleniyor. Doğal olarak.
Ama şöyle bir durum da var, dünyada hangi yüzdedeki insanlar arasında olduğunu da bilmen lazım. Paris Hilton'un ayarında bir dünya istiyorsan ve bu hayali alakasız bir yerdeyken kurup hayaline inanmıyorsan tabi ki zor. Evet insanın istemesi yeterli, ama ona inanması da gerekli. Sen inanmadıktan sonra; kendini bilmeyip, ne istediğini bilmeyip hayaller kurduktan sonra onların gerçekleşmiş olduğunu nasıl göreceksin ki?
Kaldı ki, değişen dünyada öyle bir hayat var ki artık, arzuların gün be gün değişiyor. Artık değişim o kadar büyük bir hortum haline gelmiş ki, aylarca düşünüp vermen gereken kararları bile bir anda karar verecek bir haldesin. Dünya böyle çünkü. Artık bu kadar hızlı. Arzuların da bu kadar hızlı değişiyor işte. Çünkü, daha önce de dediğim gibi, kendini bilmiyorsun ki...
Yüzleşmekten korktuğun bir kişi var karşında, aslında seninle uyuyup seninle uyanıyor, seninle yaşıyor ve seninle ölecek. Sen onun zaaflarını görmek yerine onları maskeliyorsun. Bir insan da bu kadar çok zaafını görürken tabi ki değişimden uzak kalıyor, o uzaklığa kalmamak için sen de onu kendi tarafına çekiyorsun. Çünkü değişimin insanlar arasında yarattığı en büyük korku bu: Yalnız kalmak. Değer verdiklerinin yalnız kalmasını istemiyorsun, o yüzden onların da seninle birlikte değişimi izlemesini istiyorsun. Ama önemli bir nokta var, o kişiler belki de kendileriyle yüzleşiyorlar ve bu durum esnasında başka şeyler tarafından rahatsız edilmek istemiyorlar. Senin görmek istemediğin, maskelediğin hatalarını onlar bir an evvel düzeltip gerçekten ne istediklerini keşfetmek; kendilerini keşfetmek istiyorlar. Ama sen onlara "Yalnız Kalacaklar" diye bakıyorsun.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kişi kendinden uzaklaşmaya çalışıyor, aynı anda toplumdan kopmamaya... Kapitalist bir dünya, evet bütün değerler temelde bencillik barındırıyor. Zaten artık o yüzden gerçek bir sanatçı, gerçek bir diva, ne bileyim Marilyn Monroe, Elvis Presley gibi bir karakter çıkmıyor. Çünkü insanlar artık o kadar çabuk tüketiyorlar ki... "Sexiest Man Alive", "Best Film Ever"... Ulan geçenlerde taptığın adama ne oldu, ayılıp ayılıp bayıldığın filme ne oldu? Hani en iyi filmdi?
Tüketiyoruz, tükettikçe arzularımız değişiyor, arzularımızın yenilenmesinden zevk alıyoruz. Çünkü değişim bunu istiyor. Değişimin en önemli kurallarından bir tanesi de, yaşama tutunamayanları yok etmek istemesi. O yüzden halen doğru düzgün bir hayalin yok. Kendinle yüzleşmekten korkuyorsun.
Hayalinde mükemmel bir iş sahibi olmak var, mükemmel bir hayat, mükemmel bir aşk. Planlayarak, işini şanslara bırakmadan bir iş sahibi olabilirsin. Mantık çerçevesinde aldığın kararlar süresince hayalindeki iş mümkün. Hayatın da neresinden dönsen kendini bulsan kar, bunu bilerek yaşamak zaten insanı ölüm korkusundan uzaklaştırıyor. Ancak, bu ikisinden başka olarak, yaşamak istediğin aşk hikayesi var ki, malesef senden başka bir kişiyi daha etkiliyor. Kendin gibi düşünen, kendin gibi olan birisi için, veya senin eksikliklerini kapatacak birisi için yanıp tutuşuyorsun. Ona sahip olmak istiyorsun, fakat inancın yok. Görmüyorsun ne istediğini. Evet masallardaki gibi bir aşk yaşamak istiyorsun, ama bunun için masal kahramanı olman gerekli. Gerçek hayatta olmasını istediğin şeyler için de nasıl hayallerine inanmıyorsan, böyle bir inancın yokken masal yaşadığını nasıl anlayabileceksin ki zaten?
Tüketiyorsun, değişiyorsun, arzuluyorsun, yenilik istiyorsun. Ama aslolan sensin, daha bunu bilmeden yaşıyorsun. Kendin olmadıktan sonra başkalarının hayalleri için niye çırpınıyorsun ki? Bırak Mikanos adasına gitmek isteyen gitsin, sen kendine ait rahat edebileceğin koyu, denizi istemiyor musun? Niye illa ki Mikanos o zaman? Arzuların değiştikçe sen de değişiyorsun, ama kontrolsüz olarak... Ne istediğini bilmedikten sonra, hayalin gerçekleşmiş... E öyle apışıp kalırsın işte.
Değişimin amacı hayatta tutunamayacakların bir an evvel yok olup gitmesi. Dünyanın en güçlü canlısı olmak, dünyanın en dayanıklı canlısı olmak anlamına gelmiyor. Bunu bilmeden yaşaman bana göre, her şeyden önce "Yazık".
Arzularınızın yok olup gitmediği, hayallerinize inandığınız, kendinizle yüzleşebilecek zamanı ve gücü yaratabildiğiniz bir sevgililer günü olsun inşallah rabbim dinimiz amin bişmil süphaneke!

Thursday, February 04, 2010

Demokrasi Tespiti

Bir insana kaybetmekten korkacağı birşey verin, ona sahip olursunuz.
Belki de demokrasinin yürüme sistemi budur, kim bilir?
Yoksa sen hala bir umut demokrasiye inanıyor musun?

Wednesday, January 27, 2010

Pardon, bir sorum olacağıdı...

bugün arkadaşlarımla gezerken bi kitapçıda tersten bir kitabın adını okudum, yanlış okumuşum zaten. Kitabın adı "Benimle Evlenir Misin?'di"; ben bunu hem el yazısı tipografisinde yazıldığı hem de tersinden okuduğum için "Benimle Evlenir Miyim?" diye okudum.
Ardından da kendi kendime sordum, benim gibi birisiyle evlenir miyim? diye. Hani aynada kendimize bakıp bir biçimde kendi kendimizi beğeniriz ya, özellikle kimse yokken aynada kendi kendimizi telkin edip "Güzelim, güzel..." deriz hani. Bu soru sanırım diğerlerinden daha da farklı... Ben güzel miyim? sorusunu kendimize sorup sorup dururken, hayat için alınması gereken bir kararı kendimize sorduğumuzda; sizi bilmiyorum ama ben; apışıp kaldım. Evet apış.
Kendime baktığımda şu anlık beğendiğim bir yerim yok. Kendimi beğenmiyorum ki zaten. Ha, kimse kendini beğenmez, evet öyle birşey bu. Ama insan kendinin en iyi halini karşısındakine gösterip onun gözüne girmeye çalışır ya, o istek de yok pek bende. Kimseyi takmamak mı, belki... Ama bu soru benimle benim aramda. Bunu başkasına sormanın, ya da bir başkasının seni beğenmesinden daha fazlasından bahsediyorum kısaca. Ya kendimi çok iyi tanıdığımdan, ya da kararsızlığın kuluçka evresinde olduğumdan niyeyse kendi kendime cevabım basit bir "Hayır Efe" oldu. Bunu diyen onca boş insandan birisi gibi dedim ve de bu "Hayır" cevabını. Nedenini anlatamam aslına bakarsanız, ama neden hayır dediğimi anladım. Tüyü bitmemiş sabi gibiyim daha, bıyığı çıkmamış kedi, halısahada maçı olmayan gibi, "Senin oralardan daha kaç golün var lan?" sorusuna yakın, "Ay başım ağrıyoğr!" gibi basitçe...
Ben en iyisi uyuyayım da büyüyeyim niiiinnn ni...

Not: bu soruyu kendinize de sorsanıza lan, çok tuhaf oluyor.